Artık Siirt sınırları içindeyiz, Batman'a doğru yol alıyoruz ve ilk hedefimiz Kurtalan. O meşhur gurubun adını aldığı ekspresin son durağı yani. Artık sapsarı akan Bitlis deresi boyunca devam ediyoruz yola. Su, bu kadar kirlenmesine rağmen içinde bulunduğu her coğrafyada çevreyi ve hayatı da şekillendirmeye devam ediyor. Tüm coğrafya, biz, atlarımız, çiftlik hayvanları, insanlar ve arabalar, Dicle'ye doğru akıyoruz.
Siirt tam anlamı ile bir tarım şehri. Başka hiç bir şeye ihtiyaçları yok. Çıkınımızdan öğle yemeğimizi ( domates, peynir, zeytin, bayat ekmek ) çıkartıp yiyelim diye yol kenarında çimlik bir yerde durduk, atları bağlarken bir araba durdu önümüzde. Postacı. Önce ne ayaksınız diye sorduktan sonra hemen birini aradı telefonuyla, iki misafirimi gönderiyorum yemek yedirin dedi ve apar topar gönderdi bizi az ilerideki çiftliğe :) Kısmetimizde patlıcan musakka ve pilav yemek varmış yani :) Büyük topraklar geçmişten günümüze hep ağaların elinde olmuş. Kimi ağaların soyları peygambere kadar dayanmış ve bundan ötürü Osmanlı'dan maaş alıyorlarmış Cumhuriyet dönemine kadar.. Yolda çiftliğindeki işçilerin yemekhanesine misafir olduğumuz amcayla da böyle tanıştık işte. Bu garip övüngüsü dışında ayrıca diğer hiç bir yerde görmediğimiz bir sistemle çalışıyor. Ektiği sadece arpa, buğday ve mısırdan ibaret ve sadece kendi köyünden insanları istihdam etmiş. Bu işçilerin hepsi -mevsimlik olanlar da dahil- sigortalı çalışıyor. Zaten olması gerekenin böyle dindar biri tarafından uygulanıyor olması da bir ön yargımızı daha kırdı. İşin içine para girince 'değişen' herkes böyle vicdanlı ve hakkaniyetli davranabilse keşke.
Yol üstünde bir sürü hububat tarlaları gördük. Kimi yerde mercimek, kimi yerde nohut tarlalarına girdik. Olabildiğince zarar vermeden kenardan gitsek de bazen dayanamayıp bodozlama daldığımız da oldu tarlalara :) Öyle güzeldi ki çiçekler, yeşil ve manzara, dayanamadık..
Rüzgarın etkisiyle dalga dalga salınan ekinlerin arasında sanki yeşil bir okyanusta yelkenli ile yol alıyormuş gibiyiz.. Hiç acelemizin olmaması, başakların, arpaların, yoncaların arasında ilerledikçe havalanan çeşit çeşit börtü böcek, rüzgarla dans eden ekinler, tepeden tırnağa tüm bedeninde hissetmek rüzgarı ve güneşi, sadece içinden değil, dışından bağırmak avazın çıktığı kadar,
Çook güzelsin dünya çok!
Hep düşündüğüm ve söylediğim gibi doğa muhteşem güzellikte; zaten cennetteyiz, neden cehenneme çevirelim ki?!
Yol boyunca en güzel anlarımız bu tarlalardaki küçük kaçamaklarımız oldu galiba..
Güneşin batmasına bir kaç saat kala yol kenarında akasya ağaçları ile kaplı bir yer çıktı karşımıza. Bu koruluğun yanında da değirmen var. Fabrikalarda kimyasallarla ürünlerinin mahfedilmesini istemeyen köylü için işlettiği bu küçük imalathanenin yanına da hızlı büyüdüğü için akasya dikmiş Fadıl Abi. Ne de güzel etmiş! Çadırımızı gölgesine kurduk, atları otlarken biz de yemeğimizi pişirdik..
Sabah daha önce hiç bu kadar yoğun şekilde duymadığımız kuş sesleriyle uyandık, hatta gümbürtü mü desem! Civardaki bütün kuşlar başka ağaçlık yer olmadığından bu korulukta kendilerine yuva yapmışlar belli ki, kurulu saat gibi ötmeye başladılar hep bir ağızdan, muhteşemdi :) Bir daha bu kadar güzel ve güçlü bir cıvıltı duyabilirmiyiz bilmiyorum. Şimdiye kadar iki kişi bu yaptığı iş için Fadıl Abi'yi tebrik etmiş. Biri biz, diğeri de başka bir gezgin :) Fadıl Abi'yi kısa bir süre görebildik, uzun muhabbet edemedik ama okuyorsa eğer oradaki kuşlar için de ayrıca teşekkürler, allah razı olsun diyelim :)
Buraların hayat damarlarından biri olan Dicle ile karşılaştık. Adına türküler yazılmış, masallar söylenmiş hayat kaynağı bu güzel nehire de selam olsun..
Ertesi sabah erkenden yine yoldayız. Keyifle gidiyoruz, durmadan şarkılar türküler söylüyoruz, keyfimize göre mola veriyoruz, etrafımızı seyrediyoruz.. Yavaş yavaş, acelmiz yok nasılsa. Bu sefer de susadık. Suyumuz bitti. Etraftakilere soruyoruz buralarda su kaynağı var mı diye. Kimseden cevap yok. En son ilerde bir piknik alanı var diye tarif etti biri, oraya kadar gittik. Kapıdakiler bizi görünce şaşırdı. Özel bir yer, giriş ücreti var ama almadılar, kervan gelmiş ilk defa geçin içeri atlarınızı da bağlayın, ne yaparsanız yapın burası sizin dediler :)
Gittik nehir kenarına yakın çadırı kurduk. Yaşlı bir amca çocukları ve torunlarıyla toplanmış gelmiş, hemen davet ettiler bizi, onların sofrasına oturduk. Geçmişten anlattı, yaptıklarından anlattı, kötüye gidişten anlattı, her şeyin tadının tuzunun kalmayışından anlattı. Ne kadar sıradan geliyor artık her şeyin tadının kötüleştiği konusunda konuşmak, elimiz kolumuz bağlı zannediyoruz.. Ama hep söylüyorum, değişim istiyorsak önce kendimizden başlamamız gerek! Önceleri zor gelecek belki eve ambalaj içinde herhangi bir ürün sokmamak ya da en azından minimuma indirmek. Mesela hayatımızdan temizleyicileri çıkartmak, evde kendimizin üretebileceği ürünleri dışarıdan almamak, kişisel temizlik-bakım adı altıdan aynaların önüne, dolapların çekmecelerin içine özenle dizdiğimiz aslında 'kimyasal' ve 'zarar'dan başka bir şey olmayan her şeyi çıkartsak. Plastik poşetleri, damacana suyu itsek elimizin tersiyle. Küçük kararlarla ne kadar büyük bir değişime doğru gittiğinize siz bile şaşırırsınız, yeter ki biraz cesaret, biraz kararlılık olsun.. Sistemin içinden çıkamıyorsak da en azından etkilerini en aza indirelim. Biz değişmek istemeden ve adım atmadan kimse önümüze koymaz istediklerimizi. Sağlıklı yaşam hakkımız bile elimizden alındı, unutmayalım ki hak istenmez, alınır! Biz de isteyip durmayı yani hayıflanıp üzülmeyi bir kenara bırakıp hakkımızı almalıyız, bunun için hareket etmeli, bunun için değişmeliyiz! Yoksa gidişat çok ama çok kötü, bizler için de, doğa için de, geleceğimiz için de..
Evet ne diyorduk,
Bu ailenin kızlarından birini ata bindirmeye çalıştık, yani kendisi istedi tabi ama ata 'dokunamıyor' bile! Huylanıyor dokununca :) Kızcağız Batman'da yaşıyor. Hayatında ilk kez at görüyor. Ne garip. İnanamıyorum bu duruma. Babasının anlattıklarına bakıyorum, kızına bakıyorum, inanamıyorum.. Sonra genç torunu bindi, erkek. Onun için de bir ilk oldu.
Bazen kısa süre bile olsa görüştüğümüz insanlarla vedalaşırken, gözlerinden bile anlayabiliyorum birbirimizin kalplerine dokunabildiğimizi, birbirimizi anlayabildiğimizi.. Bazen de sanki karşımızda bir robot varmış hissine kapılıyorum, öyle duvarlar var ki etrafında, bırakın ona ulaşmayı sesimi bile duyuramadığımı hissediyorum. İşte o kısacık sürede bile genç çocuğun ve amcanın gözlerinden aldım o güzelliği, iletişimi. Tıpkı tanışmasak da -henüz- bizi blog aracılığı ile tanıyan veya iletişim kurduğumuz bir çok insan gibi, Erhan Hüryaşar gibi (o da sistemin dışına çıkmaya çalışıyor bu aralar ve inanılmaz duygulandırdı bizi şu yazısıyla.. ), Oğuz Tan gibi, Gürkan Genç gibi, tecrübelerinden şimdiden faydalanmaya başladığım, takip ettiğim ve çok sevdiğim bir çok 'anne' gibi..
Bunun karşısında bir zamanlar en yakınımdakilerin destek ve sevgilerini hissedeceğimi, bağlarımızın daha da güçleneceğini düşünürken, tamamen zayıflaması, tıpkı o robot gibi gördüğüm insanlara dönüşmeleri..
Anam iyice duygusala bağladım nerden nereye geldim yahu:) Konumuza dönelim!
Hava kararmasına yakın iki adam geldi peş peşe,
Abi burada kalmayın, iti kopuğu, vahşi hayvanı var!
Başımızdan savdık.
Bu sefer işletmenin sahibi geldi yanında jandarma komurtanı ile beraber :(
Mecbur kaldık çadırı işletmenin yanına taşımaya. Gece gece atları ayarla, çadırı topla, yürü, taşı.. Ne kadar zor geliyor böyle şeyler anlatamam. Bu kaçıncı artık saymadım.. Biz doğayı ve sessizliği seviyoruz. Hayvanlardan korkmuyoruz. Soğuk değil. Ayrıca çadırda bizi sıcak tutacak her şey var. Lütfen ısrar etmeyin bu konuda, yeteğğğğrrrrr diye patlicam bir gün ama kime bakalım..
Ertesi gün öğle yemeğini Kurtalan'da yedik. Akşam da Beşiri'yi geçtikten sonra Hasankeyf yoluna doğru döndük. Etraflarında kocaman duvarlar, duvarların üstünde dikenli teller ve onlarında üstünde jiletli tellerle çevrili villalar gördük. Ne güzel bir yaşamları var (!) diye geçirdik içimizden, havuzlu villaların bulunduğu tam teşekküllü bir hapishane yapmışlar. Paraları ve acayip korkuları olan zavallı insanlar..
Bekçilere selam verdik ve az ileride muhteşem manzaralı bir noktada durup geceyi de o harika manzara ve yıldızların altında geçirdik. Bitlis'deki dostlar sağolsun artık yanımızda tımarlarımız var ve nasıl yapılacağını en ince ayrıntısına kadar öğrendik :) Eksik de etmeyiz artık çünkü Cemal Dayı'nın dediği gibi tımar öyle iyi gelir ki hayvana, bir tımar iki yemdir! :) Kedi gibi boyunlarını uzatmalar, arada gıdıklanmalar ve zevkten dört köşe halde günü batırdık atlarımızla birlikte..
Akşam biraz yağmur yağdı, çadırdayken yağmurun sesini dinlemek nasıl güzeldir kamp yapanlar bilir..
Ve sabah çayından sonra yollara düşüyoruz. Bu sefer kestirmeden gitme planları yapıyoruz, du bakalım neler gelecek başımıza!
Emine & Coşkun
Siirt tam anlamı ile bir tarım şehri. Başka hiç bir şeye ihtiyaçları yok. Çıkınımızdan öğle yemeğimizi ( domates, peynir, zeytin, bayat ekmek ) çıkartıp yiyelim diye yol kenarında çimlik bir yerde durduk, atları bağlarken bir araba durdu önümüzde. Postacı. Önce ne ayaksınız diye sorduktan sonra hemen birini aradı telefonuyla, iki misafirimi gönderiyorum yemek yedirin dedi ve apar topar gönderdi bizi az ilerideki çiftliğe :) Kısmetimizde patlıcan musakka ve pilav yemek varmış yani :) Büyük topraklar geçmişten günümüze hep ağaların elinde olmuş. Kimi ağaların soyları peygambere kadar dayanmış ve bundan ötürü Osmanlı'dan maaş alıyorlarmış Cumhuriyet dönemine kadar.. Yolda çiftliğindeki işçilerin yemekhanesine misafir olduğumuz amcayla da böyle tanıştık işte. Bu garip övüngüsü dışında ayrıca diğer hiç bir yerde görmediğimiz bir sistemle çalışıyor. Ektiği sadece arpa, buğday ve mısırdan ibaret ve sadece kendi köyünden insanları istihdam etmiş. Bu işçilerin hepsi -mevsimlik olanlar da dahil- sigortalı çalışıyor. Zaten olması gerekenin böyle dindar biri tarafından uygulanıyor olması da bir ön yargımızı daha kırdı. İşin içine para girince 'değişen' herkes böyle vicdanlı ve hakkaniyetli davranabilse keşke.
Yol üstünde bir sürü hububat tarlaları gördük. Kimi yerde mercimek, kimi yerde nohut tarlalarına girdik. Olabildiğince zarar vermeden kenardan gitsek de bazen dayanamayıp bodozlama daldığımız da oldu tarlalara :) Öyle güzeldi ki çiçekler, yeşil ve manzara, dayanamadık..
Rüzgarın etkisiyle dalga dalga salınan ekinlerin arasında sanki yeşil bir okyanusta yelkenli ile yol alıyormuş gibiyiz.. Hiç acelemizin olmaması, başakların, arpaların, yoncaların arasında ilerledikçe havalanan çeşit çeşit börtü böcek, rüzgarla dans eden ekinler, tepeden tırnağa tüm bedeninde hissetmek rüzgarı ve güneşi, sadece içinden değil, dışından bağırmak avazın çıktığı kadar,
Çook güzelsin dünya çok!
Hep düşündüğüm ve söylediğim gibi doğa muhteşem güzellikte; zaten cennetteyiz, neden cehenneme çevirelim ki?!
Yol boyunca en güzel anlarımız bu tarlalardaki küçük kaçamaklarımız oldu galiba..
Güneşin batmasına bir kaç saat kala yol kenarında akasya ağaçları ile kaplı bir yer çıktı karşımıza. Bu koruluğun yanında da değirmen var. Fabrikalarda kimyasallarla ürünlerinin mahfedilmesini istemeyen köylü için işlettiği bu küçük imalathanenin yanına da hızlı büyüdüğü için akasya dikmiş Fadıl Abi. Ne de güzel etmiş! Çadırımızı gölgesine kurduk, atları otlarken biz de yemeğimizi pişirdik..
Sabah daha önce hiç bu kadar yoğun şekilde duymadığımız kuş sesleriyle uyandık, hatta gümbürtü mü desem! Civardaki bütün kuşlar başka ağaçlık yer olmadığından bu korulukta kendilerine yuva yapmışlar belli ki, kurulu saat gibi ötmeye başladılar hep bir ağızdan, muhteşemdi :) Bir daha bu kadar güzel ve güçlü bir cıvıltı duyabilirmiyiz bilmiyorum. Şimdiye kadar iki kişi bu yaptığı iş için Fadıl Abi'yi tebrik etmiş. Biri biz, diğeri de başka bir gezgin :) Fadıl Abi'yi kısa bir süre görebildik, uzun muhabbet edemedik ama okuyorsa eğer oradaki kuşlar için de ayrıca teşekkürler, allah razı olsun diyelim :)
Buraların hayat damarlarından biri olan Dicle ile karşılaştık. Adına türküler yazılmış, masallar söylenmiş hayat kaynağı bu güzel nehire de selam olsun..
Ertesi sabah erkenden yine yoldayız. Keyifle gidiyoruz, durmadan şarkılar türküler söylüyoruz, keyfimize göre mola veriyoruz, etrafımızı seyrediyoruz.. Yavaş yavaş, acelmiz yok nasılsa. Bu sefer de susadık. Suyumuz bitti. Etraftakilere soruyoruz buralarda su kaynağı var mı diye. Kimseden cevap yok. En son ilerde bir piknik alanı var diye tarif etti biri, oraya kadar gittik. Kapıdakiler bizi görünce şaşırdı. Özel bir yer, giriş ücreti var ama almadılar, kervan gelmiş ilk defa geçin içeri atlarınızı da bağlayın, ne yaparsanız yapın burası sizin dediler :)
Gittik nehir kenarına yakın çadırı kurduk. Yaşlı bir amca çocukları ve torunlarıyla toplanmış gelmiş, hemen davet ettiler bizi, onların sofrasına oturduk. Geçmişten anlattı, yaptıklarından anlattı, kötüye gidişten anlattı, her şeyin tadının tuzunun kalmayışından anlattı. Ne kadar sıradan geliyor artık her şeyin tadının kötüleştiği konusunda konuşmak, elimiz kolumuz bağlı zannediyoruz.. Ama hep söylüyorum, değişim istiyorsak önce kendimizden başlamamız gerek! Önceleri zor gelecek belki eve ambalaj içinde herhangi bir ürün sokmamak ya da en azından minimuma indirmek. Mesela hayatımızdan temizleyicileri çıkartmak, evde kendimizin üretebileceği ürünleri dışarıdan almamak, kişisel temizlik-bakım adı altıdan aynaların önüne, dolapların çekmecelerin içine özenle dizdiğimiz aslında 'kimyasal' ve 'zarar'dan başka bir şey olmayan her şeyi çıkartsak. Plastik poşetleri, damacana suyu itsek elimizin tersiyle. Küçük kararlarla ne kadar büyük bir değişime doğru gittiğinize siz bile şaşırırsınız, yeter ki biraz cesaret, biraz kararlılık olsun.. Sistemin içinden çıkamıyorsak da en azından etkilerini en aza indirelim. Biz değişmek istemeden ve adım atmadan kimse önümüze koymaz istediklerimizi. Sağlıklı yaşam hakkımız bile elimizden alındı, unutmayalım ki hak istenmez, alınır! Biz de isteyip durmayı yani hayıflanıp üzülmeyi bir kenara bırakıp hakkımızı almalıyız, bunun için hareket etmeli, bunun için değişmeliyiz! Yoksa gidişat çok ama çok kötü, bizler için de, doğa için de, geleceğimiz için de..
Evet ne diyorduk,
Bu ailenin kızlarından birini ata bindirmeye çalıştık, yani kendisi istedi tabi ama ata 'dokunamıyor' bile! Huylanıyor dokununca :) Kızcağız Batman'da yaşıyor. Hayatında ilk kez at görüyor. Ne garip. İnanamıyorum bu duruma. Babasının anlattıklarına bakıyorum, kızına bakıyorum, inanamıyorum.. Sonra genç torunu bindi, erkek. Onun için de bir ilk oldu.
Bazen kısa süre bile olsa görüştüğümüz insanlarla vedalaşırken, gözlerinden bile anlayabiliyorum birbirimizin kalplerine dokunabildiğimizi, birbirimizi anlayabildiğimizi.. Bazen de sanki karşımızda bir robot varmış hissine kapılıyorum, öyle duvarlar var ki etrafında, bırakın ona ulaşmayı sesimi bile duyuramadığımı hissediyorum. İşte o kısacık sürede bile genç çocuğun ve amcanın gözlerinden aldım o güzelliği, iletişimi. Tıpkı tanışmasak da -henüz- bizi blog aracılığı ile tanıyan veya iletişim kurduğumuz bir çok insan gibi, Erhan Hüryaşar gibi (o da sistemin dışına çıkmaya çalışıyor bu aralar ve inanılmaz duygulandırdı bizi şu yazısıyla.. ), Oğuz Tan gibi, Gürkan Genç gibi, tecrübelerinden şimdiden faydalanmaya başladığım, takip ettiğim ve çok sevdiğim bir çok 'anne' gibi..
Bunun karşısında bir zamanlar en yakınımdakilerin destek ve sevgilerini hissedeceğimi, bağlarımızın daha da güçleneceğini düşünürken, tamamen zayıflaması, tıpkı o robot gibi gördüğüm insanlara dönüşmeleri..
Anam iyice duygusala bağladım nerden nereye geldim yahu:) Konumuza dönelim!
Hava kararmasına yakın iki adam geldi peş peşe,
Abi burada kalmayın, iti kopuğu, vahşi hayvanı var!
Başımızdan savdık.
Bu sefer işletmenin sahibi geldi yanında jandarma komurtanı ile beraber :(
Mecbur kaldık çadırı işletmenin yanına taşımaya. Gece gece atları ayarla, çadırı topla, yürü, taşı.. Ne kadar zor geliyor böyle şeyler anlatamam. Bu kaçıncı artık saymadım.. Biz doğayı ve sessizliği seviyoruz. Hayvanlardan korkmuyoruz. Soğuk değil. Ayrıca çadırda bizi sıcak tutacak her şey var. Lütfen ısrar etmeyin bu konuda, yeteğğğğrrrrr diye patlicam bir gün ama kime bakalım..
Ertesi gün öğle yemeğini Kurtalan'da yedik. Akşam da Beşiri'yi geçtikten sonra Hasankeyf yoluna doğru döndük. Etraflarında kocaman duvarlar, duvarların üstünde dikenli teller ve onlarında üstünde jiletli tellerle çevrili villalar gördük. Ne güzel bir yaşamları var (!) diye geçirdik içimizden, havuzlu villaların bulunduğu tam teşekküllü bir hapishane yapmışlar. Paraları ve acayip korkuları olan zavallı insanlar..
Bekçilere selam verdik ve az ileride muhteşem manzaralı bir noktada durup geceyi de o harika manzara ve yıldızların altında geçirdik. Bitlis'deki dostlar sağolsun artık yanımızda tımarlarımız var ve nasıl yapılacağını en ince ayrıntısına kadar öğrendik :) Eksik de etmeyiz artık çünkü Cemal Dayı'nın dediği gibi tımar öyle iyi gelir ki hayvana, bir tımar iki yemdir! :) Kedi gibi boyunlarını uzatmalar, arada gıdıklanmalar ve zevkten dört köşe halde günü batırdık atlarımızla birlikte..
Akşam biraz yağmur yağdı, çadırdayken yağmurun sesini dinlemek nasıl güzeldir kamp yapanlar bilir..
Ve sabah çayından sonra yollara düşüyoruz. Bu sefer kestirmeden gitme planları yapıyoruz, du bakalım neler gelecek başımıza!
Emine & Coşkun