Facebok

1 Temmuz 2014 Salı

HASANKEYF-ANILARDA KALACAK MASALLAR DİYARI

Kamp yaptığımız Beşiri yükseklerinden sabah erkenden ayrılıyoruz, asfalt olan ana yolları değil de telefonun haritasının gösterdiği en kestirme ara yolları kullanmayı planlıyoruz bu sefer. Zaten ova önümüzde uzandığı için yönümüzü kestirmek hiç de zor değil. Biraz sonra iniş başladı ve taşlı yolda döne döne bir köye vardık. Köyde ilk dikkatimizi çeken bir yıkıntı bir yapı. Daha sonra buranın tarihi bir manastıra ait olduğunu öğrendik. Manastırın tam karşısında son zamanlarda ortaya çıkan her yerde görebileceğiniz derme çatma betonarme bir binada kuran kursu. Okul saati olmasına rağmen pek çok öğrenci içeriden bize bakıyor. Kuran kursunun altında da okul var ve bahçesi öğrenci dolu. El salladık, selam verdik ama bütün çocuklar dut yemiş bülbül gibi baka kaldılar sadece, sabahın köründe iki atlı, rüya mı görüyoruz acaba der gibi bir halleri vardı :)
Düze inince neşemiz de yerinde geldi iyice. Bir sonraki köye doğru tırıs tırıs gidiyoruz. Başlıyoruz Uzun ince bir yoldayım diye, sonra devamı geliyor Kalenin dibinde taş ben olaydım, ve olmazsa olmazlar Ey zahid şaraba eyle ihtiram, Mecnunum Leylamı gördüm..
Ve yelelerine baktıkça atların,
Koyuna bak koyuna da bak yosmanın huyuna,
Kıvrım kıvrım saçları tiri niri nam ah dolanıyor boynuna tiri niri nam :)
Derken Coşkun giriyor Düldül'üne ithafen,
Deh deh Düldül deh deh Düldül,
Sen Düldülsün ben bülbül! diye :)
Böyle güle oynaya gidiyoruz yani..
Yaşlıca bir kadına selam verdik ve selam aldık. Nereye gidiyorsunuz sorusuna Hasankeyf deyince eliyle bir işaret yaptı ve gösterdiği yöne doğru devam ettik. Ama bu yol telefonda yok. Neyse dedik heralde kısa yoldur ve karşıda dağın yamacında giden bir yol vardır. Sonra uzakta biraz tepelik bir yerde evler gördük. Köyde sadece bir evin bahçesinde köpek bağlıydı. Başkaları evler yaptırmışlar ama gelenin gidenin pek olmadığı bütün tarım araçlarının paslı olmasından belli. Ekili alanda yoktu zaten. Umudumuz bu köyde öğle yemeği molası vermek, daha doğrusu misafir olmaktı çünkü yanımızda yiyecek çok az bir peynir ve üç gün önceden kalan ekmek var sadece. Köyde kimseyi göremeyince devam ettik mecburen. Sonra bir patika bulduk yola çıkan ve tırmanmaya başladık. Yola doğru giderken koyunları sağan çobanlarla selamlaştık. Sonra biz Hasankeyf'e gidecez deyince, kaçınılmaz son olarak,
Oooo siz çok yanlış gelmişsiniz! Bu yol oraya gitmez, dedi :)
Yukarıda bir köy ve petrol çıkartılan kuyulardan başka bir şey yok dediler önce. Yani bulmacalarda çıkan Türkiye'nin petrol dağı Raman'a doğru gidiyormuşuz meğerse:)
Yukarıda bir köy var. Bu köyden kervanların geçiş noktası olan Hasankeyf'e nasıl bir kestirme, patika olmaz diye düşünüyoruz, ya Hasankeyf bu tarafta, hiç patika falan da mı yok, araba yolu önemli değil atlarla inecez zaten..
Adam düşündü biraz, sonra bir yol var ama atların üstünde inemezsiniz dedi.
Hay ağzını öpem, tam öyle bir yol umuduyla geldik buralara zaten! Bu asfalt yollar yapılmadan önce kullanılan yolu arıyoruz işte neşe içindeyiz şimdi, geri dönme ihtimali sıfırlandı ya :)
Yukarıdaki köye kadar devam..
Sonra minibüs şeklinde jandarma istihbarata ait olduğunu düşündüğümüz bir araç durdu. Siz kimsiniz, ne yapıyosunuz sorularından sonra GBT taraması yapıldı. Adamlardan ikisi buradan aşağıya inemezsiniz, geri gidin dedi. Ama aşağıdaki çobanlar öyle demedi, patika varmış, ineriz deyip zor da olsa atlattık bu ekibi ve yukarıdaki Yakıtlar köyüne doğru devam ettik.
Bu sefer de yolumuzu sürüsünden kovulduğu belli başı boş bir erkek at kesti. Düldüle yanaştı saldırgan tavırlarla. Coşkun indi mecburen uzun süre yürüdü at yaklaştıkça taş atarak uzaklaştırmak zorunda kaldık. Köyün girişindeki mezarlığa kadar bu yağız doru atla uğraştık. Sürekli bizim atların peşinden kişneyip durdu köye girene kadar.
Köye geldiğimizde başka bir şok ile kaşılaştık. Çünkü hem yiyecek buluruz hem de atlara sularını veririz diye düşündüğümüz yerde tek bir insan yok! Yükleri indirdik ve atları otlaması için bağladık. Elimizdeki peynir ekmeği yiyelim bari diye heybeyi boşaltırken bir araç geldi:) Köyün muhtarı. Bu köyde önce devlet tüm arazileri bedelsiz olarak kamulaştırmış. Halk topraksızlaştılmış ama köydekilerin hemen hepsini işe almışlar. Evlerini de terk etmemişler. Bir yanda petrol kuyuları bir yanda köylüler bir şekilde yaşamaya devam etmişler. Zaten oldukça uzak dağ başında bir yer olduğu için bütün köylüler şehire de yerleşip iki ocak devam ettirmeye çalışmışlar. Yazlık gibi arada bir geliyorlar köye. Ancak bu sefer de Pkk aman vermemiş. Köy Nakşibendi tarikatına tabi ve genel olarak buralarda eğer bir tarikata bağlıysanız Pkk karşıtısınız anlamına geliyor. Üç kez köyün muhtarını kaçırmışlar ve oradaki petrol tesislerini, lokalleri ateşe vermişler. Eğer bir kaç sene önce gelseydiniz buralardan geçemezdiniz, ya Pkk ya da jandarma vururdu diyor Abdüldamet amca.
Ve sağosun çay yaptı, çarşıdan alıp getirdiği ekmeği bölüştük, karnımızı doyurduk, atların suyunu verdik.



Sonra şu eski katır yolundan bahsetti. Kendisi yayan iki saate inmiş Hasankeyf'e daha önce. Sonra işletmedeki adamları aradı ve bize yolu göstermesi için birini çağırdı. Köyden 10 km ileride 53. kuyunun arkasındaymış bu yol. Hadi bakalım nallara kuvvet dedik ve atlar da sanki hissetmiş gibi o yavaş hallerinden sıyrılıp hiç gitmedikleri bir tempoyla başladılar öndeki arabayı takip etmeye :) Bize yolu gösteren Zeki abi, az ileride de kısa bir mola verdik ofislerinde Osman ve Sedat Abi ile tanıştık. Bu üç güzel insanın muhabbeti, bize yaklaşımı tek kelimeyle muhteşemdi. Zaten bir kaç saat sonra Hasankeyf'e inmiş olucaz, gerek yok ısrarlarımıza rağmen, bisküvi, deri eldiven, su, ilk yardım malzemeleri koydular heybemize. O an itiraz ederken, o bisküvilerin bize ne kadar da lazım olabileceği aklımızın ucundan bile geçmiyordu tabi.. Hasankeyf'e inince de Osman Abi'nin baba evine gidecekmişiz, Mahmutoğulları deyin herkes gösterir orada dediler ve ayrıldık..







Bir kaç km daha gittikten sonra 53. kuyuyu bulduk.
Baktık katır yoluna, öyle bir patika falan yok, bildiğiniz uçurum. Lan dedik bu kadar adam yanılıyo olamaz. Başladık inmeye, önce atlar inmekte diretse de yavaş yavaş yola geldiler. Adım adım indiğimiz bu yolu bu atlar nasıl indi inanın bilmiyorum. Çünkü eğim neredeyse doksan dereceydi. Bazı yerler sadece hareketli kayalardan oluşuyor ve sadece bir ayak basacak noktaların bulunduğu kaya çıkıntıları var.
Sonra artık yürünebilecek patikalarla karşılaştık. Ancak bu inişten sonra karşımızda iki seçenek vardı. Ya soldaki yeşillik alandan aşağıya devam edecektik ya da sağdaki bize biraz daha uzak olan yamaçtan.. Bu zamana kadar artık adet haline geldi bizde, bir yol ayrımı çıktıysa ve hiç bir fikrimiz yoksa hep sola döneriz.

İşte fotoğrafın en üst orta kısmındaki kayalıklardan indik.
 









İnmeye başladık. İndik, indik ve patikalar bitti! Dere yatağına geldik ve bu dere yatağının bizi aşağıda gördüğümüz yola indireceğini düşünerek devam ettik. Yıllarca su tarafından şekillendirilmiş bu kayalar nallı atlar için hiç uygun değil. Tedirginiz. Önce biraz yüksek bir kayadan atları indirdik. Sonra yaklaşık bir buçuk- iki metrelik daha yüksek bir kaya çıktı karşımıza ama sonrası düz görünüyor. Burası son zor yer heralde diye düşünerek devam ettik, etmez olaydık :( Atların ikisi de düştü inerken:( Nasıl içimiz yandı anlatabilmem mümkün değil..  Sonra durduk biraz, kendimizi toparladık bir yandan da güneş batmaya başladı.. Coşkun ileri devam edip yolun durumuna bakmaya gitti, böyle devam edecekse daha fazla risk almamaya karar verdik çünkü. Orada atın ayağı kırılsa olduğu gibi kalır, ölene kadar kımıldayamaz:( Düşüşü ucuz atlattılar, şanslıyız yine. Coşkun ileride daha yüksek kayalıklar olduğunu görünce gerisin geri yukarı çıkmaya karar verdik. Şimdi ise çok daha büyük bir sorunumuz vardı. Bu atları o düşerek indikleri kayadan nasıl geri çıkartacağız..  Düşünün ki karşınızda bir tarafı iki metre bir tarafı biraz daha alçak bir duvar ve atları oradan çıkartmanız lazım. Yoksa ne aşağı inebilirler ne sağa ne sola, orada ölecekler.
Üzerlerindeki malzemeleri tamamen boşalttık. Bir kaç başarısız denemeden sonra indiğimiz alçak taraftan değil de yüksek tarafta yer yer otların bittiği kayanın üzerinden başlarından çekerek bu dik duvara tırmanmalarına şahit olduk ve tekrar aşık olduk! Bu hayvanların ne kadar muhteşem olduklarını ve yoldaşı ile ölüme bile yürüdüklerini gördük. Gerçekten bu imkansız işi nasıl başardılar da o kaygan kayalık yerden çıktılar düşündükçe hala tüylerim diken diken oluyor . Koşa koşa yukarı çıktık. Atları otlaması için bağladık ve yükleri almaya tekrar aşağı indik. Sonra çadırı kurduk ve o gece ıssızlığın ortasında, telefonun çekmediği, ölsek, bir çobanın aklına eser de oralara gelirse tesadüfen bulacağı, sadece birilerinin hatıralarında kalmış bu geçitte geceyi geçirmek durumundayız..
Hemen ateş yakmak için kuru dallar topladık. Ateşi yakıp, zorla çantamıza konan 'bisküvileri' yiyerek geceyi geçirdik. Tekrar sağolun Osman, Sedat, Zeki abi! Coşkun tip 1 şeker hastası olmasına rağmen, sık olmasa da yaşadığımız böyle kıtlıklar henüz ciddi bir problem yaşatmadı bize, bundan sonra da yaşatmaz umarım..
Ertesi gün tam olarak sabahın köründe kahvaltı yapamadan yola koyulduk. Çadır kurduğumuz yer eski bir yerleşim yeriydi. Muhtemelen savaş zamanlarında saklanmak için yapılmış olan taş ev-barınak kalıntıları vardı. Bir kaç üzüm asması da gözümüzden kaçmadı. Burası belki de bir manastırdı. Gözlerden uzak bir inziva noktası. Ama buranın bir de yolu olmalı. Keşif yürüyüşünden sonra nihayet geçidin kapısına ulaştık. Aslında orası da ilk gittiğimiz yere benzer bir kayalık dere yatağı ama o kadar yüksek kayalar yoktu hayvanların basması ve kaymaması için yontularak basamaklar yapılmıştı.
Sevinç içinde, atlara olan saygımız katlanmış ve bu inanılmaz kurtuluş hikayesi ile Yeni Hasankeyf'ten Dicle'nin gerdanlığı olan bu muhteşem yere doğru ilerledik. Önce kepçe ile karşılaştık, barajdan sonrası için yeni yol çalışmaları.. Sonra toki modeli apartmanlar göründü, ilk aklıma gelen; bahçe içinde, sıcacık evlerinden çıkıp da kim, nasıl gelir de oturur bu beton hapishanelerde!?



Bitti! Raman ve maceralı vadi arkamızda kaldı.







Atlı gören masum köylü ;)


İlk işimiz Fatin Abi'nin bize gülerek anlattığı bir hikayenin konusu olan heykelleri ve heykeltıraş aramak oldu ancak bulamadık. Hasankeyf için yapılan bir sanat eyleminde dünyanın çeşitli ülkelerinden heykeltraşlar oluşturdukları eserlerin Dicle'nin sularına bırakılması için Hasankeyf'e teslim etmişler ama bu heykeller halk tarafından alınmış ve bahçe süsü olarak kullanmış. Güler misin ağlar mısın!



Sonra eski köprünün gölgesine inşa edilmiş yeni köprüden atlarımızla geçtik. Muhteşem bir andı bizim için:)
Tam köprüye girerken peşimize analarını kaybetmiş iki de buzağı takılmasın mı :) Biz önde, buzağlar peşimizde, en arkada da arabalar birikti, konvoy halinde girdik bu taşların konuştuğu şehre! Yavrular nasıl acıktıysa artık benim atın memelerine koştular önce :/ Baktılar bu anaları değil, devam ettiler yollarına..





Bu nasıl güzel bir surat!








Hemen sağdaki kahveden sola döndük ve çarşının içinden geçtik. Az ileride Çoban Ali karşıladı bizi.
"Abi bu yaşıma geldim, buraya arabayla geleni gördüm, karavanla geleni gördüm, motorla geleni gördüm, bisikletle geleni de çok gördüm ama ilk defa atla geleni görüyorum.  Bana bu kervanlar şehrinde bunu yaşattınız ya teşekkür ederim" dedi. :)
Çoooook açız. Hemen karnımızı doyuracak bir yerler aradık. Gelirken ismi tam da bize hitap eden ' Yol Geçen Hanı' na girdik, manzara güzel, ortam güzel ama tam turist kerme yeri olmuş.. Bizim gibilere göre değil böyle mekanlar kardeş :)

 





Neyse sonra kahvenin oraya tekrar gidip adamın birine biz Mahmutoğullarını arıyoz dedik. Niye diye sordu. Bizi misafir edecekmiş dedik. O da e hoş geldiniz o zaman dedi :) Meğer Osman Abi'nin babasını bulmuşuz bile:D Torununu çağırdı hemen ve atları da alıp evlerine gittik.
Dört gün boyunca misafirleri olduk. Biraz da dişi atın sırtındaki yara iyileşir diye toz bir ilaç kullanarak 4 gün bekledik. Veteriner yok, en yakın Midyat'da. Bu süre boyunca yedisinden yetmişine ailenin her bireyi ilgilendi, yedirdi, içirdi, dostluklarını ve sevgilerini paylaştılar. En güzel Hasankeyf manzarası da bu evin çatısında sanırım :) Evde sarışın bir bebiş var ve her yerde güzeller güzeli çocuklar, yeğenlerimizin özlemini gideriyoruz onlara sarılarak.. Süt sağmaya gidiyoruz Ayşe'yle, aklınıza gelebilecek her tür meyve sebzeyi ektikleri bahçelerine gidiyoruz.. En çok da çatının keyfi ve birbirinden lezzetli yemeklerinin ve sohbetlerinin tadını çıkartıyoruz. Çok teşekkürler!



Gün aşırı hazırlanıyor bu kadar ekmek, kalabalık aile :)














































Hasankeyf, masallar diyarı gibi.. Dicle'nin yumuşak kayalıkları oyması ile başlamış hikayesi. Sonra bu nehrin yonttuğu taşları insanlar oymuşlar, dudak dudağa öpüştürmüşler, ona ses ve şekil vermişler. Bu kayalar onları korumuş, hayvanlarına ve kendilerine barınak olmuş. Onlar da ruhlarını bu topraklara bırakmışlar. Kayboluyoruz kayaların, oyukların, dut ağaçlarının içinde.. Ah bir de her yerde görmekten usandığımız pet şişeler, çöpler olmasa!



:) Süte giden teyze






















Apartman gibi, kat kat!




























Şelale var diyorlar, gidelim o zaman! Belki 50 farklı ağacın dutlarını yiye yiye yürüyoruz. Öyle güzel ki koku, ağaçlar, kayalar, çiçekler ve çeşit çeşit otlar! Yağmur başlayınca dut ve asmanın kapladığı bir kenara girdik. Toprak kokuyor, şelaleden gelen su yanı başımızda akıyor, su sesi kadar rahatlatıcı ne olabilir.. Uzanıyoruz yere, yağmur yaprakları dövüyor bir yandan, ninni gibi.. Uyuya kalıyoruz doğa ananın kucağında.. Belki 1 belki 2 saat sonra uyandığımızda üzerimize düşen bir kaç dutu yiyoruz önce ve yola devam :) Şelale çok küçük, beklentimizi yüksek tutmamıştık zaten :) Sonra devam ediyoruz en tepeye kadar. Peynirde kullandıkları sirik otunu toplayan bir kadınla karşılaştık, renkleri öyle güzeldi ki fotoğrafını çekmeye doyamadım.. Tepeye çıkıp arka tarafı da gördükten sonra dönüşe geçtik..

























Nar


Sirik otu












Buraya ne biz ilk gittik ne de son olacağız ama 3-5 sene sonra buraya geldiğinizde göreceğiniz tek şey koskoca bir su birikintisinden, barajdan ibaret olacak.
Halk çoktan direnişi bırakmış. Eylemler devam etse de orada yaşayan insanlar kabullenmiş durumu gördüğümüz kadarıyla. Arazileri için daha yüksek bedel alma uğruna bir kaç sene önce meyve ağaçları, bostanlar, tarlalar yapmaya başlamışlar hatta. Çoğu evleri için değer biçilen 50-60 bin lirayı almış bile. Ama çıkın dediklerinde ne olacak hala belirsiz, bahsettiğim toki modeli evler 100-150 bin civarlarında.. Nereye gidecek bu insanlar? Nasıl vazgeçtiler yuvalarından, tarihlerinden, güzelliklerinden sadece para uğruna :(
Sistem doğa katline devam ediyor,
her yerde, durmaksızın..
Ne zamana kadar uyuyacağız?
Tek çözüm değişmekte. Karşı olduğumuz her şeyi standart yaşamımıza devam ederek destekliyoruz farkında olmadan ya da farkında olsak bile 'ben tek başıma neyi değiştirebilirim ki' deyip kısır döngüde yaşamaya devam ederek..
Değişin. Özgürleşin.
Başka bir dünya mümkün!
En güzel örnek Alakır'da, selam olsun onlara ve tüm güzel yüreklere!

Emine & Coşkun

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder